11 Mart 2012 Pazar

Santiago'ya Dönüş








Haftalardır doğa ile içiçe geçen günlerden sonra  büyük şehri özlediğimizi otele yerleşip kendimizi sokağa atınca anladık. Şehrin merkezindeki sevimli Hotel Orly’de kaldık, Santiago’ya yolu düşenlere memnuniyetle tavsiye ederiz.


Şehri keşfetmek, insanlarını izlemek, sokaklarında aylak aylak yürümek, vitrinlere bakmak, yorulunca bir yerlerde kahve içmek ve akşama yemek planları yapmak şehiriçi seyahatlerimizin keyifli anlarından. Santiago’da da bu kuralımızı bozmadık. Burası küçük bir şehir, bu nedenle görmek istediğimiz her yere yürüyerek gittik. Hemen hemen her akşam deniz ürünleri yedik ve güzel Şili şaraplarından tattık, Santiago’nun meşhur balık pazarını (Mercado Central) gezdik, buradaki deniz ürünleri lokantalarından Donde Augusto’da yemek yedik.

Biftek ve erimiş peynirle yapılan Şili’nin meşhur sandviçi Barros Luco'yu beğendik, (Parlamento binasındaki lokantadan sürekli bu sandviçi sipariş eden devlet başkanı Ramón Barros Luco‘dan sonra bu isimle anılır olmuş) ama, hem Peru’da hem de Şili’de ulusal içki olarak kabul edilen Pisco Sour için aynı şeyi ne yazık ki söyleyemeyeceğiz.

Zaman hızla akıyor, seyahatimizin bir ayağı daha tamamlanıyor. Bundan sonraki durağımızı heyecanla bekliyoruz…

Şili'den Kısa Notlar...







• Şili’nin nüfusu 16 milyon. Bunun yaklaşık 6 milyonu başkent Santiago ve çevresinde toplanmış durumda.


• Santiago, genellikle Şili’yi ziyaret edenlerin ülkenin diğer bölgelerine ulaşmak için kullandıkları bir geçiş noktası. Biz, Paskalya Adası’na giderken ve dönüşte olmak üzere toplam dört gece kaldık.

• Şili’de halkın çoğunluğunu Mestizo adı verilen melezler oluşturuyor. Bölgenin gerçek sahibi yerliler ise artık yok denecek kadar az.

• Ilımlı sosyalist Michelle Bachelet, ülkenin ilk kadın devlet başkanı.

• Şili, denizürünleri ve son yıllarda yıldızı iyice parlayan kaliteli ama uygun fiyatlı şaraplarıyla ünlü.

• Ülke, İspanya dışında Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden az da olsa göç almış. Sayıca çok az olan bu grupların ülkenin sosyal, siyasal ve kültürel yaşamına ciddi anlamda etkileri olmuş, hatta Şili devlet başkanlarının çoğu İspanyol kökenli olmayan Avrupa’lılardan oluşuyor.

Isla de Pascua İspanyolca, Rapa Nui ise yerel dilde Paskalya Adası'na verilen adlar. Ada nüfusu ise beşbin civarında, bunun çok büyük çoğunluğu tek yerleşim yeri olan Hanga Roa’da yaşıyor.

• Paskalya Adası, Şili ana karaya 3,600 kilometre, Pitcairn Adası’na ise 2,000 kilometre uzaklıkta.

Paskalya Adası - Biraz Tarih...






Yazılı tarihe göre adaya ilk gelen, Hollanda’lı kaptan Jacob Roggeveen ’in gemisi olmuş. 1722’de bir paskalya gününde demir atmışlar. Kısa bir keşiften sonra kendilerince değerli bir şey bulamadıkları için olsa gerek adadan ayrılan geminin bu ziyaretinin ardında kaptanın seyir defterine yazdıkları kalır. Kaptan Roggeveen ’in yazdıklarına göre adanın etrafı sırtları denize dönük devasa taş heykellerle çevriliymiş. İkinci gemiyse tam 48 yıl sonra uğramış adaya. Bir korsan gemisi. Bu kez bu heykellerin çoğunun yıkılmış olduğunu öğreniyoruz gene kaptanın seyir defterinden.
Paskalya Adası ile ilgili eldeki bilgiler çok kısıtlı ve belge olarak sadece Avrupa’lı ilk ziyaretçilerin sözlü kaynaklara dayanarak yazdıkları bulunmakta. Adanın kuşaklararası iletişim zincirinde bilinmeyen nedenlerden dolayı (Ada halkı arasındaki iç savaş ya da köle ticareti amaçlı saldırılar, kıyımlar, olasılıklar arasında) kopan halkalar nedeniyle ada tarihi hakkında kesin bulgulara ulaşmak mümkün değil.
Bir dönem nüfus yüz civarına kadar düşmüş… Günümüzde ise ancak arkeolojik bulgulardan edinilen sonuçlara biraz da hayal gücünün eklenmesiyle ada tarihi hakkında bir şeyler söylenebiliyor. Tahminler ilk yerleşimcilerin gene Pasifik’ten Markiz adalarından geldiği yönünde.

10 Mart 2012 Cumartesi

Moai'lerin Sırrı







Ada kıyıları, sırtları denize dönük olarak yerleştirilmiş devasa taş heykellerle yani Moai’lerle çevrili. Gerçi günümüze kadar bunlardan sadece bir kısmı sağlam olarak gelebilmiş ama varolanlar bile insanı etkilemeye yetiyor. Moai’lerin neden yapıldığı, neden yıkıldığı, bazılarının neden kafalarında kırmızı taştan şapkaları olduğu, tonlarca ağırlıktaki bu heykellerin dönemin teknolojisiyle nasıl olup da yerlerine taşındığı ve yerleştirildiği hala birer sır.

Moai’lerin oturtuldukları platforma Ahu deniyor ve ada halkının inançlarına göre bu platforma basmak tapu yani tabu, yani yasak… Adadaki tüm moailer hep deniz kıyısında, Ahu Akivi hariç. Ahu Akivi’de yanyana dizili 5 heykel denizden hayli içerlek bir konumda ve diğerlerinin tersine yüzleri denize dönük. Bu da bir sır.



Pasifik Usulü Karşılanma








Uçağımız adaya iner inmez özlediğimiz Pasifik havasını şöyle derin derin içimize çekiyoruz. Büyük suyun ortasında küçük bir adadayız. Kalacağımız yerin sahibi Maria bizi karşılıyor, âdet olduğu üzere boynumuza çiçekten kolyeler takılıyor. Pek hoş. Yolcu geliş salonu kalabalık, zaten küçük bir yer, bir de karşılamaya gelenlerle birlikte etraf ana baba günü…

Maria’nın cipine binip yola koyuluyoruz. Maria adalı, yani gerçek bir Polinezyalı. Havaalanı adanın tek yerleşim yeri olan Hanga Roa’ya çok yakın. Yolda bizi ilk etkileyen renkli görüntüleriyle ada mezarlığı oldu. Küçük bir şehir turu yaptıktan sonra kalacağımız yerin nefis bahçesinde bulduk kendimizi.

Paskalya adası üçgen biçiminde bir volkanik ada. Üçgenin köşelerinden volkanik patlamalar sonucu okyanus üzerinde beliren kara parçalarının zamanla birleşmesiyle oluşmuş. Adanın her üç köşesinde de birer volkanik krater bulunuyor. Adanın büyük bölümünde araba ile dolaşmak mümkün ancak bazı yerlerine sadece yürüyerek, bisikletle ya da atla ulaşılıyor. Ancak görülmesi gereken moai’lerin büyük çoğunluğu araba ile ulaşacağımız bölgelerde olduğundan işimiz çok zor olmadı….

Pasifik’te bir yalnız ada: Rapa Nui






“Ada”lar zaten yalnızdırlar, bir de en yakın kara parçasının 2,000 kilometre uzaklıkta olduğunu düşününce Paskalya Adası’nın (Adanın yerlileri kendi dillerinde Rapa Nui diyor) yalnızlığı iyice iflah olmaz bir hal alıyor doğal olarak. Ada halkı her ne kadar geçimini tümüyle turizmden sağlıyorsa da sırf bu uzaklığı nedeniyle, seyahat eden çoğunluğun planları içine dahil olamıyor. Ama gene de Şubat ayı başında iki hafta süren festival zamanı burada boş yer bulmanın imkanı yok. Biz, programımız gereği bu tarihlere yetişemedik ama o günleri anlatan güzel bir film izledik.

Paskalya AdasıMoai”leri olmasaydı dünyada bu kadar fazla tanınır mıydı bilinmez. Bu gizemli Moai’ler bir çokları gibi bizim de Adayı ziyaret etme sebebimiz oldu. Bir de dünyanın en izole adasında bulunma hissini yaşama isteği…

Santiago






Ciğerlerimiz bol temiz havayla dolmuş, kilometrelerce yol katetmiş, güzel yemekler yemiş, gözlerimiz manzaraya doymuş olarak, sabah erkenden buradan ayrılıyoruz. Guanakolar, Patagonya tilkileri ve koyunlar çoktan günlük yaşamlarına başlamışlar.
Başkent Santiago’dayız. Günbatımında alana inen uçağımızdan ayrılırken güzel bir akşam yemeği hayal ediyoruz Anders’le.
Burada gittiği semtlere göre ayrılmış bizdeki dolmuş usulü taksiler var. Önce hangi şirketin taksisini kullanacağımıza karar veriyoruz. Geliş salonundan dışarı çıkmadan gideceğimiz semti ve otelin adını söyleyip paramızı ödüyoruz, ardından görevlilerin yönlendirmesiyle dışarıdaki minübüse gidiyoruz. Son binenler biz olduğumuz için hiç beklemeden yola koyuluyoruz.
Hoş bir yaz akşamı, otele giden yol boyunca meraklı gözlerle etrafı seyrediyoruz.. Bu kez Santiago'da sadece bir akşam yemeği yiyecek kadar vaktimiz var. Ertesi sabah erkenden gene yola çıkacağız. Nasılsa, Paskalya Adası’ndan dönüşte şehri keşfetmek için yeterli vaktimiz olacak.
Aquí está Coco, kaldığımız otelden tavsiye edilen, yakındaki deniz ürünleri lokantası. Gerçekten de güzel bir Şili şarabı eşliğinde hiç ummadığımız kadar leziz yemekler yedik. Dönüşte hiç tereddütsüz ilk akşam gene buradayız. Aquí está Coco’dan beş gün sonrası için rezervasyonumuzu yaptırıp öyle ayrılıyoruz… Ertesi sabah erkenden bizi Paskalya Adası'na götürecek uçağa yetişmemiz gerek.

9 Mart 2012 Cuma

Büyük sınav: Las Torres’e tırmanmak

Torres del Paine, trekking tutkunları için biçilmiş kaftan, aynı zamanda çok da popüler. Burada, belirlenmiş yürüyüş yollarının dışına çıkmamak kaydıyla istediğiniz rotada yürüyebilir, tırmanışlar gerçekleştirebilirsiniz. Parkın çevresinde tam bir turu tamamlamak için yaklaşık 8-9 günlük bir zaman gerekli. Bizim gibi daha kısıtlı zamanı olanlarınsa en çok tercih ettiği “W” diye bilinen rota. Bu rotanın tüm ayaklarını 5 günde tamamlamak mümkün.

Kaya tırmanışçıları arasında granitin yeri çok ayrı. Kendine has özellikleri dolayısıyla dünyanın en önemli granit tırmanış noktaları arasında “Las Torres” de var. Yani “kuleler”… Evet, “Las Torres”e biz de tırmandık… Kimileri varış noktasını, “zahmetli bir yürüyüşün sonunda alacağınız ödül” diye tanımlasa da, özellikle son kilometresi, uzun doğa yürüyüşlerini günlük yaşamının bir parçası haline getirememiş bizim gibiler için bir kâbusa dönüşebiliyor. Burada hayatımın en büyük fiziksel dayanıklılık sınavlarından birinden geçtim. Zaman zaman panikleyip pes etmeyi düşünsem de dünyanın öbür ucunda kayaların ortasında yığılıp kalakalmak fikri hiç hoşuma gitmediğinden tüm enerjimi toplayarak bu parkuru tamamladım. O gün Anders’le tam 28.5 kilometre yürüdük. Bir daha asla bu kadar yürümeyeceğime kendi kendime söz vererek bitap bir halde bizi otelimize götürecek arabaya kapağı zor attık.

Latin Amerika’nın en güzel Ulusal Parkı: Torres del Paine






Trekking, seyahatlerimizin önemli bir parçası olmaya devam ediyor. Güney Amerika’nın en güzel Ulusal Parkı’na gitme nedenimiz de bu; gözlerimiz biribirinden nefis manzaralar ve doğa olayları ile şenlenecek, bedenimiz açık havada keyifli yürüyüşlerle canlanacak. Doğa ile başbaşa, özgürce hareket etmek ve özgürce düşünmek için bulunmaz fırsatlardan birini daha kullanacağız…

Torres del Paine Ulusal Parkı, Kıbrıs adasının dörtte biri büyüklüğünde. Bu geniş ve çeşitlilik gösteren coğrafyada doğal olarak dağlar, göller, akarsular, vadiler, ormanlar, buzullar, ne ararsanız var.

Kışın çok zorlu hava koşulları nedeniyle kapalı olan Torres del Paine’ye seyahatimizi planlarken bir ara kalacak yer bulamama sıkıntısı yaşadık. Aylar öncesinden rezervasyon yaptırmak gerektiğini biliyorduk ama bu kadarını tahmin etmemiştik. Sonuçta yerel bir seyahat acentası vasıtasıyla parkın tartışmasız en güzel manzaralı otelinde, Hosteria Pehoé ’de yer bulmayı başardık. Otelimiz Pehoé Gölü üzerinde bulunan mini minnacık bir ada üzerine kurulu. Karadan buraya ince uzun tahta bir köprüyle ulaşılıyor. Manzaramız ise doyulmaz güzellikte. Parkın sembollerinden Los Cuernos bütün heybetiyle karşımızda duruyor…

Şili: Muhteşem doğa, gizemli bir ada ve bir başkent






Arjantin Patagonya’sındaki soluk kesici buzulları geride bırakıp karayoluyla ülkenin en güney ucundan Şili’ye giriş yapıyoruz. Coğrafya değişmiyor, konuşulan dil değişmiyor ama insanların fiziksel görünümleri biraz daha mı farklı ne? Burada Avrupa’lılarla yerli halkın karışmasından doğan Mestizo’lara daha sıklıkla rastlıyoruz.

Şili’de önce beş günlük bir trekking programımız var, ardından Pasifik’in tam ortasına Paskalya Adası'na, sonra da başkent Santiago’ya gideceğiz.

18 Ocak 2012 Çarşamba

Buenos Aires’de neler yaptık











• Hayatımızın en leziz etlerini dayanamayıp ikinci defa gittiğimiz Cabañas las Lilas’da yedik. Bize tuzluya patlasa da yediklerimizin tadı hala damağımızda. Bife de Chorizo, Ojo de Bife, Bife de Lomo favori etlerimiz, Angélica Zapata–Malbec Alta da favori şarabımız oldu.
• Arjantin’de en çok Malbec üzümlerinden yapılan şarapları beğendik.
• Bize Ortaköy’ü çağrıştıran Plaza Dorrego’da güzel birkaç akşam geçirdik. Plaza Dorrego küçük bir meydan. Çevresinde sokak satıcıları, lokantalar ve güzel barlar var. Ziyaretlerimizden biri her hafta yapılan tango danslarına denk geldi. Açık havada masalarında oturmuş içkilerini yudumlayan insanlar canlı müzik eşliğinde içlerinden geldiği gibi biribirleriyle geç saatlere kadar tango yaptılar.
• Pazar günleri kurulan San Telmo bit pazarında dolaştık, sevdiklerimize küçük hediyeler aldık, sokak göstericilerini izledik, antikacıları dolaştık.
• Liman semti Puerto Madero’daki sevimli Calatrava Köprüsü’ne bayıldık. Bu köprüye isimini veren ünlü mimar Calatrava aynı zamanda Malmö’deki “Turning Torso” binasının da mimarı.
• El Ateneo, büyük bir kitapçı zinciri. En güzel mağazası, bir alışveriş caddesi olan Santa Fe üzerinde ve 2000 yılında renove edilerek kitap mağazasına dönüştürülen Teatro Gran Splendid binasında. Sahnesi ve locaları kitaplarla dolu ayrı bir dünya. Sırf bunun için bile ziyaret etmeye değer.
• Plaza de Mayo, Buenos Aires’de, “kirli savaş” diye adlandırılan dönemde (1976-83) ünlü “mayıs anneleri”nin kaybolan çocukları için her hafta Perşembe günleri toplandıkları meydanın adı. Tam 30 yıldan beri umutla, kayıp çocuklarının akıbetlerini öğrenmeye çalışıyorlar.
• Casa Rosada (pembe ev), yani Başkanlık Sarayı da bu meydana bakıyor. Annelerin burada toplanma nedeni de bu.
• Bu hareketi başlatan annelerden üçü ne yazık ki çocuklarının akıbetine uğruyorlar. Kayboluyorlar. Ancak ısrarlı takipler ve sivil hükümetin gelişiyle birlikte nihayet 2005 yılında bir adli tıp ekibinin çalışması sonuç veriyor. Yapılan DNA testleri kayıp annelerin kimliklerinin belirlenmesine yardım ediyor. Bu annelerden birinin külleri şu anda Plaza de Mayo’da bulunan dikilitaşın dibine gömülü.
• Carlos Gardel, sadece Buenos Aires’de değil dünyada tango denince ilk akla gelen kişi. Çok sevilen ve adı hala dillerden düşmeyen Carlos Gardel, 45 yıllık yaşamını 1935 yılında bir uçak kazasında noktalar. Kimilerine göre onun kadar iyi tango söyleyen yoktur.
• Al Pacino’nun rol aldığı “Kadın Kokusu” filmindeki tango sahnesinde çalan, Carlos Gardel’in o çok ünlü “Por Una Cabeza” sıdır.
• Otelimize dönerken ara sıra yakınımızda bulunan 1920’lerden kalma bir San Telmo klasiği olan ve 24 saat açık Bar Británico’ya uğradık. Bar Británico çok ünlü bir semt barı-kafesi. 2006 temmuzunda el değiştirdiği için kapanan, ancak semt sakinleri ve müşterilerden gelen tepkiler üzerine yeni sahibinin aynen devam etme kararı aldığı Bar Británico 2007 Şubat’ından beri yeniden hizmet vermeye başladı.
• Sadece Buenos Aires’in değil Arjantin’in en eski kafesi, 1858’de kurulan ünlü Café Tortoni’de kahvelerimizi yudumlarken kendimizi adeta bir müzede hissettik. İspanya Kralı’ndan, Hillary Rodham Clinton’a uzanan ziyaretçileriyle Café Tortoni kuruluşundan buyana entellektüellerin, politikacıların ve sanatçıların buluşma yeri olmuş.